18 Haziran 2023 Pazar

KUŞ OLMAK İSTEYEN HAYLAZ FİL YAVRUSU "BİR MUSİBET BİN NASİHATTEN İYİDİR"

Bir zamanlar, uzak bir ormanda, sevimli bir fil yavrusu yaşarmış. Bu fil yavrusu, kuşlar gibi uçmayı çok istiyormuş. Günlerce etrafında uçan kuşları hayranlıkla izlemiş ve kendi kanatları olsaydı nasıl güzel olacağını düşlemiş.

Bir gün, fil yavrusu cesaretini toplar ve bir dağa tırmanmaya karar verir. Dağın tepesine çıktığında, uçmanın tek yolunun yüksek bir uçurumdan atlamak olduğunu düşünür. Kalbi heyecanla çarpmaya başlar, çünkü büyülü bir şekilde uçmayı umuyordur.


Annesi ve babası, fil yavrusunun bu tehlikeli düşüncesinden haberdar olurlar ve büyük bir endişeyle yanına koşarlar. "Hayır!" diye bağırırlar. "Sakın uçmaya çalışma! Atlama!"

Ancak fil yavrusu kararlıdır. Rüyalarını süsleyen o anı yaşamak istemektedir. Bu yüzden, korkularına rağmen uçurumun kenarına yürür ve kendini aşağı bırakır.

Annesi ve babası, yavrunun uçamayacağını düşünerek büyük bir korkuyla arkasından baka kalır. Ama o da ne! Yavru fil, yüzlerce metre yükseklikten düşmesine rağmen hiç bir şey olmaz. Çünkü uçurumun hemen alt tarafı denizdir.

Yunus balıkları, denizin derinliklerinden yukarı çıkarlar ve yavru fili görür görmez hemen yanına yüzerek ona yardım etmeye karar verirler. Yavru fil, annesini arayan gözleriyle yunuslara doğru bakar ve hayatta kalmış olmanın sevinci ile onlara sarılılır. Yunuslar, yavru fili güvenli bir şekilde annesinin yanına getirirler.

Fil yavrusu, büyük bir korku ve sevinç içinde annesi ve babasına sarılır. "Çok korktum!" der. "Artık bir fil olmak istemiyordum. Ama söz veriyorum, bir daha asla fil olmaktan utanmayacağım."der.

Annesi ve babası gülümseyerek yavru fili kucaklarlar. "Bizi çok korkuttun" derler. "Yaptığın şey çok yanlıştı. Hayatını kaybedebilirdin. Ama sonunda öğrenmen gereken dersi çıkarmış gibi görünüyorsun. Ne demişler bir musibet bin nasihatten iyidir."

Ve böylece, fil yavrusu, uçma hayalini büyüyünce pilot olmak hayali ile yer değiştirir. Artık uçamasa da, dünyayı keşfetmek için başka yollar bulmuştur.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Kötülük eden kötülük bulur!

Zamanın birinde bereketli toprakları ile meşhur bir krallık varmış. Bu krallığı yöneten kral ailesiyle kocaman bir sarayda yaşarmış. Kralın bir karısı ve tamı tamına dört tane de bıçkın gibi oğlu varmış.


Gel zaman git zaman kral yaşlanmış. Kendisi öldükten sonra oğulları arasında taht kavgası çıkabilir diye ülkeyi dört eyalete ayırıp her bir eyalete bir oğlunu vali olarak atamaya karar vermiş. Bu kararı alır almaz aynı akşam oğullarını yanına çağırmış ve düşüncesini onlara anlatmış.

-  "Oğullarım görüyorsunuz ya ben artık yaşlandım. Bir ayağım çukurda, ölümün nefesini ensemde hisseder oldum. Gözüm arkada kalmasın diye birkaç karar aldım, şimdi sizlerle onları paylaşacağım. Bilemiyorum belki şimdi söyleyeceklerim bazılarınızı memnun edecek, belki bazılarınızı etmeyecektir. İyice kulak verin bana! Ben öldükten sonra iktidar arzusuyla birbirinize düşman olmayın diye ülkeyi dört ayrı eyalete bölmeye karar verdim. Bu dört eyaletin her birine sizlerden biriniz vali olarak atanacaksınız. Her beş yılda bir eyaletlerden birinin valisi kral olacak, o eyalette başkent…  Kimin kral olup nerenin başkent olacağına siz her beş yılda bir toplanıp karar vereceksiniz."

Kardeşlerin hepside bu tarz bir yönetim biçiminin taht kavgası yapmaktan daha iyi olacağına karar düşünmüş ve babalarına hak vermişler.

Yıllar yılları kovalamış kral iyice yaşlanmış. Karısı vefat etmiş. Kardeşler eskisinden daha iyi anlaşır olmuşlar. Yalnız tahta geçebilmek için babalarının ölmesini bekliyorlarmış. Her ne kadar evlat olsa da iktidar insanoğlunun gözünü kör edebiliyor işte. İş o ya yaşlı kralda da ne bir hastalık ne de bir düşkünlük varmış. Oğullar bekliyor beklemesine ama ihtiyar kralın ölmeye hiç mi hiç niyeti yokmuş. Babalarına durumu belli etmiyorlarmış ama kral olma tutkusu içlerini kemiriyormuş.

Bir gün kardeşlerin en büyüğü diğerlerini sarayın ücra köşesindeki bir odada toplamış. İçlerinden geçirdikleri bütün kötülükleri dökmüşler ortaya. Babalarının ölümünü hızlandırıp tahtı ele geçirmenin mantıklı olacağına karar vermişler.

Birkaç gün sonra kurdukları tezgâhı uygulamaya başlamışlar. Babalarına komşu krallıkta verilen bir akşam yemeğine davet edildiğine dair yalan söylemişler. Komşu krallıkla bizimkilerin sarayı arasında bulunan yol üzerinde dev bir uçurum varmış. Bu uçurumu geçmenin tek yolu da üzerindeki asma köprüyü kullanmakmış. Bizim hilekâr evlatlar daha kral oraya birkaç adam göndermişler. Plana göre tam kral geçerken asma köprünün sonundaki çalılıklara saklanan adamlar çıkıp köprünün iplerini kesecekmiş.

Yol hazırlıklarını tamamlayan kral ve oğulları yanlarına birkaç asker de alarak binmişler atlarına. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler ve sonunda uçurumun kenarına varmışlar. Kendi canlarını tehlikeye atmak istemeyen oğullar babalarına vermişler geçiş önceliğini. Kral bir iki adım atınca atıyla, fırlamış saklanan sahtekârlar yerlerinden ve koyulmuşlar köprünün iplerini kesmeye. Kral durumu fark edince atına bir kamçı vurmuş ve iki üç sıçrayışta binmiş adamların boynuna. Biri kaçmış ama birini fena benzetmiş kral. Oğullar planın tutmadığını anlayınca durumu bozuntuya vermeden babalarının yanına koşmak için hamle yapmışlar. Ancak adamların kesmeye çalışıp hırpaladıkları köprü halatları dayanmamış dört oğlana ve atlara… Bir anda kopuvermiş halatlar ve hepsi uçurumdan aşağı düşmüş. Babalarını öldürmeye çalışırken kendi canlarından olmuş dördü de. Kendi kazdıkları kuyuya düşmüş bizim dört aç gözlü, güç meraklısı oğul. Eee hakta etmediler desek yalan olur. Ne demişler kötülük eden kötülük bulur. Bizimkilerde buldular kendi kötülüklerini.

Kral ilk başlarda çok üzülse de oğullarının öldüğüne, kaçan diğer sahtekârı yakalatınca öğrenmiş bütün gerçekleri. Oğullarının ihanetini yıllarca içine atan kral ülkesini ölene kadar huzur içinde yönetmiş. Derler ki ölüm döşeğinde iken krallığı yeğenine bırakmış ve şu nasihatte bulunmuş.

-    "Krallığı senden sonra hak etmeyecek birine sakın bırakma. Bırakacağın kişi önce yöneteceği insanlara örnek olmalı. İyi huylu, sabırlı ve asla başkasının malında ve ülkesinde gözü olmayan biri olmalı. Ben sana barışı miras olarak bırakıyorum. Sende ona bunu miras eyle."


Böyle dedikten sonra huzur içinde ölmüş. Krallık ondan sonra yüzyıllarca huzur ve barış içerisinde yaşamış. 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Ayinesi İştir, Kişinin Lafa Bakılmaz

Vaktiyle zengin mi zengin bir ağanın çiftliğinde onlarca çeşit hayvan yaşarmış. Ahırında inekler, koyunlar, atlar ve kümesinde tavuklar, kazlar, ördekler sürüsüyle varmış. Gelgelelim bu çiftlikte ağanın hiç sevmediği küçük hayvancıklarda yaşarmış. Fareler! Ağa bu farelerden o kadar nefret edermiş ki sırf onları öldürmeleri için onlarca kedi almış.


Bu küçük yaramazlar kışın soğuğunda donmamak için ahırın yanında ki samanlığa, kuytu bir köşeye yuva yapmışlar. Buraya yuva yapmalarının onlar için bir faydası daha vardır. O da türlü türlü yiyeceğin içerisinde bulunduğu ambara yakın olmalarıdır. Ancak karınlarını doyurabilmek için her seferinde canlarını tehlikeye atmak zorundadırlar. Zira ahır ile ambar arasında nöbet tutan asker edasında dolaşan kediler ve ambar içerisinde onları cezp edecek ürünlerin kullanılarak yapıldığı fare tuzakları vardır. Ancak fareler bu işte o kadar uzmanlaşırlar ki her seferinde onları bin bir türlü oyunla atlatmayı başarırlar.



Gel zaman git zaman ağa tüm kedilere rağmen farelerin onun ürünlerinden araklamaya devam ettiklerini fark eder. Bu duruma çok sinirlenen ağa bütün kedileri çiftliğin meydanına toplar. Ve onlara bir hafta içerisinde kendisine bir fare yakalayarak gelmeyen tüm kedilerin çiftlikten kovulacağını söyler. Kışın soğuğunda sıcacık yuvalarından olmak istemeyen kedileri büyük bir telaş alır. Aralarında planlar yapmaya başlarlar. Kurdukları planları tek tek denerler ama nafile. Zira fareler çok kurnazdır ve hiçbir oyuna gelmezler.

Günler günleri kovalar ve bir haftalık süre su gibi akıp gider. Ertesi sabah ağa fare yakalayamayan tüm kedileri çiftlikten kovacaktır. Bu işten ümidi kesen kediler çantalarını toplamaya başlarlar. Ancak içlerinden kurnaz biri henüz her şeyin bitmediğini düşünmektedir. Ve aklına müthiş bir fikir gelir. Farelerin yuvasının önüne gider ve içeriye seslenir:

-Sevgili fare kardeşlerim! Durumumuzu biliyorsunuz, başarısız olduğumuz için yarın ağamız bizi çiftlikten kovacak. Açıkçası artık pekte umursamıyoruz. İşin bu noktalara varacağını hiçbir zaman düşünmediğim için çoğu zaman sizin ürünlerden çalmanıza göz yummuştum. Ama görüyorsunuz ya işte kader. Bu sevgili dostunuz yarın çiftliğe veda edecek. O yüzden siz kardeşlerimle vedalaşmaya ve son bir kez kucaklaşmaya geldim.

Kurnaz kedi bu konuşmayı yaparken fareler yuvanın içinde acaba doğru mu söylüyor diye tartışmaktadırlar. İçlerinden ihtiyar bir fare:

-Kimse bu sinsi kedileri benden iyi tanıyamaz, kesinlikle bizi kandırmaya çalışıyor.

Daha genç bir fare:

-Doğru söylüyor olabilir! Geçen arakladığım ekmek kırıntılarını yuvaya getirirken beni gördü kılı bile kıpırdamadı.

İhtiyar fare:

-Uyukluyordu da o yüzden görmedi seni.

Genç fare:

-Hiç zannetmiyorum. Ben konuşmasını çok samimi buldum. Hem bir elveda demekte ne var!

Diğer fareler genç fareyi ikna etmeye çalışsalar da fayda etmez. Ve deneyimsiz zavallı atar kendini yuvanın dışına. Elveda sevgili kardeşim demeyi beklerken kedinin pençeleri biner farenin boynuna. Kedi kaptığı gibi bizim ufaklığı koşturur ağanın yanına. Ertesi sabah ağa diğer bütün kedileri kovar çiftlikten. Geride sadece kurnaz kedi kalmıştır. Böbürlenerek bakar giden arkadaşlarının arkasından.

Yuvada ise tam bir yas havası vardır. Çok üzgündür fareler. Ancak ihtiyar fare bütün bu olanların kendileri için iyi bir ders olduğunu düşünmektedir. Ve tüm fareleri etrafına toplayıp bir konuşma yapar:

-Sevgili fare dostlarım! Bugün çok üzgünüz, yaslıyız. Genç bir arkadaşımızı kurnaz bir kedinin oyunuyla kaybettik. Ancak bu olaydan bir ders çıkarılması gerekir. Ayinesi iştir, kişinin lafa bakılmaz. Yani tüm yaptıkları ortada iken bir anda yaptıklarının aksini iddia edenlere inanmayın. İnanmayın ki yarın başka kayıplarda vermeyelim. Her gün bizleri ele geçirmek için kovalayan bir kedi bir anda dostumuz olduğunu söyleyip yakınlaşmak istiyorsa belli ki bu düpedüz bir yalandır.



Fareler bu olaydan iyi bir ders çıkarmışlardır. Ve bir daha asla eylemleriyle sözleri tutarsız olan kişilere kanmayacaklarına dair kendi kendilerine söz verirler. Hem de bir daha kediye de yakalanmazlar. Mutlu, mesut ve de karınları tok yaşar giderler.

7 Kasım 2013 Perşembe

Ummadığın Taş Baş Yarar

Bir varmış bir yokmuş. Efsane ye göre dünyanın en yüksek dağının eteklerinde üç köstebek yaşarmış. Bu üç köstebek aynı sülaleden gelirlermiş. Dahası diğer köstebeklere göre biraz daha farklı bir hayatları varmış. Bunlar diğerlerinin aksine çok modern yaşar ve adeta insanlar gibi beslenirlermiş. Yani havucu, tereyi boş yemezler de salata yapıp yerlermiş. O derece insani özellikler sergilerlermiş.



En büyüklerinin adı Sök, ortancanın adı Yap ve en küçüğün adı da Ye imiş. Sök güçlü, kuvvetli ve biraz iri kıyım bir köstebekmiş. Yaş olarak da Yap ve Ye’den büyük olduğu için yuva dışı işlere o bakarmış. Aynı zamanda ağırbaşlı ve nerede ne yapması gerektiğini bilen bir köstebekmiş. Tarla tarla gezer şöyle ağızlarına layık havuçlardan, lahanalardan, terelerden, marullardan ve turplardan toplarmış. Daha doğrusu sökermiş. Çünkü toprağın altından yanaşıp var gücüyle yer altı kanalına çekermiş bu enfes sebzeleri. Gücü kuvveti yerinde olduğu için pekte zorlanmazmış. Aslında zevk alıyormuş bu işten. Çünkü sebzeler doğal hem de tarladan taze taze ve tadına da ilk olarak o bakıyormuş. Sök söktüğü sebzeleri teker teker yuvaya taşırmış. Hemen tüketilecek olanları mutfağa, kışlık stoklanacak olanları da kilere yığarmış. Sök’ün işi bu kadarla da sınırlı değilmiş. Zira sebzeler sadece yaz mevsiminde yetiştiği için toplama işini sadece yazın yapabiliyormuş. Kışın ise yuvanın bozulan yerlerini tamir ediyor, sağlamlaştırmak için kuru ağaç dallarından destek yapıyormuş. Eee birazda tecrübeli olmanın getirdiği sorumlulukla Yap ve Ye’ye göz kulak olurmuş.

Yap yuvanın olmazsa olmazı… Narin yapılı, uzun boylu ve bir o kadar yetenekli, adeta bir sanatçı imiş. Çünkü Sök’ün topladığı sebzeleri enfes yemeklere dönüştüren kişi Yap’ın ta kendisi. Yemeklerine o kadar özen gösterirmiş ki gören yemek değil de adeta Leonardo da Vinci’nin* Mona Lisa** portresini geride bırakacak bir resim yapıyor zannedermiş. Zannedermiş zannetmesine ama aslında onlardan da çok geri kalır değilmiş. Zira Yap’ın yemeklerinden yiyen köstebekler ona hayran olurlarmış. Enfes salataları, sebze çorbaları ve haşlanmış sebzeleri ile adeta sanat yapıyormuş. Ancak aşçılıktan başka bir işten anlamazmış.

Gelgelelim Ye’ye. Minik cüssesi ve sempatik tavırlarıyla şirin mi şirin ve bir o kadarda kurnazmış. Köstebeklerin en tembeli ve en yaramazıymış. Yiyip içip gezmeyi sever, çiçeklerle böceklerle sohbet eder ve gününü gün edermiş. Hiçbir işten anlamadığı için adeta yuvanın yeteneksiz tüketicisiymiş.

Günün birinde Sök yine uyanır erkenden. Minik çapasını vurup sırtına düşer tüneldeki yoluna. Güneş sabahın ilk ışıklarını vururken toprağa, hava birazcık soğuktur yer altında. Birazcıkta üşümüştür aslında. Ama mecburdur işini yapmaya. Zira yuvasına bir şeylerle dönmelidir akşama. Mevsim sonbahara dayanmıştır, tarlalarda hasatın son günleri… Sök’ün elini çabuk tutması gerekli. Yoksa alamayacak toprak ananın payına biçtiklerini.

Elini olabildiğince çabuk tutmaya çalışmış Sök. Ve yanaşmış bir patates tarlasına. Bir, iki derken üçüncüyü sökmeye kalmamış takati. Yorgun düşmüş ve bırakmış yere kendini. Bir süre sonra zorlanarak kalkmış ayağa. Söktüğü patateslerden birini katmış önüne, zar zorda olsa varmış yuvasına. Kapıdan içeri girince bırakmış kendini yatağına. Yeni uyanmış olan Yap koşturmuş hemen Sök’ün baş ucuna.

- Neyin var, ne oldu sana?

- Bilmiyorum, başım çok ağrıyor ve donuyorum adeta.

- Soğuk almış olmayasın.

-Olabilir, sabah buz gibiydi toprak. Üşüyerek gittim patates tarlasına.

- Hmm… Yorma sen kendini. Ben sana şimdi bir sebze çorbası hazırlayayım. Akşama hiçbir şeyin kalmaz.

- Umarım.

Derken gürültüleri duyan Ye uyanıvermiş. Görünce Sök’ün halini içi parçalanmış. Koşmuş oda başucuna.

Günler günleri kovalamış ama Sök bir türlü iyileşememiş. Hasatın son günleri olduğu için daha fazla yatamazmış yatağında. Zira gitmezse sebze toplamaya, kış boyu aç kalacaklarmış. Aslında Yap’ta, Ye’de durumun farkındaymış. Ama bu konuda Yap çok yeteneksiz imiş. Ye ise daha bir çocuk, asla başaramaz diye düşünmüşler.

Öğlene doğru Ye kaybolmuş ortalıktan. Saatler saatleri kovalamış ama hala yokmuş ortalıkta. İyice meraklanmış bizimkiler. Hasta Sök bile ayaklanmış yatağından düşmüşler dar tünelin yollarına ama nafile. Bulamamışlar bizim Ye’yi. Gecenin geç saatlerinde bir kapı gıcırtısı derken yuvarlanmaya başlamış içeriye patatesler, lahanalar, havuçlar ve turplar. Arkalarından bir gladyatör edasında içeri girivermiş bizim küçük Ye. Bizimkilerin ağzı bir karış açılıvermiş, ikisi de şokta adeta. Bir Ye’ye bakmışlar bir de sebzelere. Neredeyse iki kışlık malzeme…

Dayanamamış sormuşlar Ye’ye:

-Nasıl yaptın sen bu işi?

-Tarla tarla gezdim. Sebzeleri sökmeyi denedim. Ama beceremedim. Derken bir makine sesi duydum ve korkudan atıverdim tünelin içine kendim. Makinenin gürültüsü iyice yaklaştı. Tam üzerimden geçip gidiverdi. O geçtikten sonra birde bakıverdim patatesler tünele dökülüyor. Dökülenlerden topladım hemen beşini, onunu. Sonra anladım ki geçen makine hasat makinesi. Hemen şimşekler çaktı kafamda. Yer altından çıkıverdim toprağın üstüne. Şöyle göz ucuyla kolaçan ettim bütün tarlaları. Hangi tarlada bir hasat makinesi gördüm ise hemen kazıverdim bir tünel daha o tarlanın altına. Patatesler, havuçlar, turplar derken yığdım hepsini bir kenara. Eee miktar fazla olunca anca varabildim yuvaya.

“Vay benim kardeşime bak!” demiş Sök. “Boşuna dememişler ummadığın taş baş yarar diye”.


O kışı Ye’nin topladığı sebzelerle refah içinde geçirmiş köstebekler. Ve şunu iyice kavramışlar; asla kimseyi küçük görme. Azmin ve zekânın çözemeyeceği problem yoktur. Ve gücü yenebilecek bir şey var ise o da aklın ta kendisidir.

*Leonardo da Vinci: (1452-1519) İtalyan düşünür, mimar,mühendis, ressam, anatomist, heykeltraş ve yazar.
**Mona Lisa: Kavak bir pano üzerine Leonardo da Vinci tarafından resmedilmiş yağlı boya portre. Halen Fransa Paris'te Louvre Müzesi'nde sergilenmekte olan 16. yüzyıla ait en önemli sanat eserlerinden birisidir.

1 Kasım 2013 Cuma

Komşu Komşunun Külüne Muhtaçtır

Bir zamanlar küçük mü küçük bir köyde ne yaşlı nede genç, ne fakir nede zengin orta halli bir adam yaşarmış. Karısı ve üç çocuğu ile kerpiçten yapılma evlerinde hayatlarını sürdürürlermiş. Küçük oğlu sahip oldukları otuz kadar sığıra çobanlık edermiş. Büyüğü ise babası ile tarlaya, bağa çalışmaya gidermiş. En küçükleri olan kızı da ağabeyi ile babasına öğlen yemeği götürür, annesine ev işinde yardım edermiş.

Yaşadıkları köy o kadar küçükmüş ki toplasan on, on beş aile anca varmış. Hani komşu komşunun külüne muhtaçtır demiş ya atalarımız, bu köyde gerçekten bu söz geçerliymiş. Köy halkı birbiri ile o kadar iyi geçinirmiş ki; birinin işi diğerinden önce bitse o da boş durmaz ve gider işi bitmemiş olan komşusuna yardım edermiş. Köyün hepsi böyleymiş. Herkes imece usulü ile çalışırmış. Kimsede şikayetçi değilmiş bu durumdan. Hoş sohbetlerle birbirlerinin işlerini yaparlarmış. Hastası olanın tasasını bütün köy çeker, düğünü olanın düğününü bütün köy yaparmış.




Gel zaman git zaman bu adamın hayvanları, bağı ve bostanı da para eder olmuş. Mallarını kasabada sata sata birkaç yıl içerisinde köyün en zengini haline gelmiş. Varlığı yerinde olunca hayvanlarına çoban, tarlasına da ırgat ve evine de hizmetçi tutmuş. Ailecek büyük bir rahatlığa ermişler. Bu kadar zengin olunca adam biri birden kibirli biri oluvermiş. Artık kimseye yardım etmez olmuş. Hastası olanın ziyaretine gitmiyor, düğünü olanın düğününe katılmıyormuş. Artık kendisinin o fakir köylülerden farklı olduğuna inanıyormuş. İnsanları küçümsemeye ve hor görmeye başlamış. Kimseye selam vermez olmuş. Evine geleni üstü başı pistir diye almıyormuş. Hatta kibir o dereceye varmış ki; komşusunun oğlu ile bu adamın kızı birbirlerini severmiş, bir gün oğlanın ailesi kızı Allah'ın emri peygamberin kavliyle istemek arzusu içerisinde çalmış bizim kibirlinin kapısını. Ben bu köye kız vermem deyip kapatıvermiş kapıyı suratlarına.

Artık o köylüye saygı duymadığı için köylülerde ona saygı duymuyormuş. Zira adam herkese tepeden bakıyormuş. Bir gün köye yeni bir muhtar seçmek için seçim düzenlemişler. Bizim kibirli de köyün en üstün insanı olarak bu işi anca ben yürütebilirim demiş ve aday olmuş muhtarlığa. Yalnız evdeki hesabı çarşıya uymamış. Çünkü oy sandıkları açılınca sadece iki oy çıkmış bizimkine. Birisi karısının diğeri de kendisinin oyu imiş. Adamın kendi çocukları bile babalarına oy vermemişler. Çünkü onlarda rahatsızmışlar babalarının bu tavırlarından.

Günler günleri kovalamış ama bu adamın refahı da fazla uzun sürmemiş. Aniden derdi bilinmez, çaresi bulunmaz bir hastalığa tutulmuş. Sağlığına geri kavuşabilmek için harcamış varını yoğunu. Ailecek sefaletin eşiğine gelmişler. Artık küçümsediği köylülere muhtaç bir hale gelmiş. Gelmiş gelmesine de anca anlayabilmiş ne büyük yanlışlar yaptığını. Herkes orta halli geçinip giderken bizimki bir lokma ekmek bulamaz olmuş. Artık ne tarlası varmış nede malı mülkü. Yüzü yokmuş kimsenin kapısını çalmaya. Kendinden çok çoluğuna çocuğuna üzülmeye başlamış. Benim ettiklerim yüzünden onlarda sefalet çekiyor diye içlenmiş.

Ancak işler yine onun düşündüğü gibi gitmemiş. Günahsız çocuklarına acıyan köylü kucak açmış bu aileye. Bir tarla ve birkaç hayvan bağışlamışlar onlara. Adam kendini çok mahcup hissediyor ve utanıyormuş. Bütün köylüden özür dilemiş tek tek ve hiçbir şeyin gerçek dostları olan komşularından, köylülerden daha kıymetli olamayacağını anladığını söylemiş onlara. Aklı başına gelince bizim adamın, vermiş kızını komşunun oğluna. Ve bütün köy birlikte güzel bir düğün yapmışlar. Mutlu mesut eski düzenlerine geri dönüp yaşamışlar.